27 Şubat 2011 Pazar

değişmez osuruk yasası

hiçbir genç, zarif, tatlı kadın osurmaz. bu kadar net.

o duyduklarınız tamamen palavra. kuru gürültü. 

kafayağında patates kızartması :)

çok sinirliyim. nedenini lütfen sormayın. ya da sorun lüleye o anlatsın size. konuya giriyorum. bak giriyorum. sıkı dur girdim... iki gün önce belediye otobüsünde kusucaktım nerdeyse. bu arada en sevdiğim film sahnesi problem çocuk'taki lunaparkta kusma sahnesidir. o kadar iğrenç bişeye sıradışı kahkahalar attığım nadirdir. genelde iğrenç şeyler (kötü kokular ve bok hariç) beni güldürmez. ne yazık ki son olay da beni güldürmedi. diyorum ya kusuyodum lan. otobüste ayakta gitmenin güzellikleri işte, önümdeki koltukta oturan adam başını cama yaslamış ve uzun bir süre bu şekilde durmuştu.başını kaldırdığında, camda büyük bir yağ birikintisi oluşmuş olduğunu gördü. elbette bu "kafa yağı"ydı: insan vücudunun salgıladığı en korkunç sıvı belki de...adam kendi öz salgısından en az bir başkasının iğrenebileceği kadar iğrenmiş ve kafa yağının dramatik buğusu dışarının görüntüsünü engellemiş olacak ki, ani bir hareketle kazağının kol kısmını siper ederek bir güzel sildi onu. iyice sıvışan ve bulanık bir hal alan kafa yağı bana işveli işveli göz kırpıyordu. neyse ki bir sonraki durakta indim ve kafayağı nın olduğu cam kenarına oturacak yeni yolcuya acıdım otobüsü terkederken. araç yavaş yavaş harekete geçerken derin bir nefes aldım ve arkasından kurtulmuş olmanın rahatlığıyla baktım. fakat o an tanık olduklarım yüzünden 6 ay boyunca sakinleştirici kullanmak zorunda kalacağımı bilmiyordum. usul usul uzaklaşan otobüsün sağlı sollu tüm camları kafayağının sihirli buğusuyla doluydu. bu bir kabus olsaydı keşke, malesef değildi. zaten cipram saatim de geldi. hadi öptüm.

21 Şubat 2011 Pazartesi

en sevmediğim şeyler 2

hayatta güvendiği tek şey, uzun bacakları olan kızlar var.

18 Şubat 2011 Cuma

Breakfast at Tiffany's





aylardan ocak, günlerden ise haftasonu. güneşsiz ve keyifsiz bir saatte sevgili lüleyle kadıköy'de buluşuyoruz.az paramız yüksek libidolarımız var. sağa sola saldırıyoruz. sonra karnımız acıkıyor. lüle "hadi gel tiffanyde kahvaltı edelim" diyor, gözlerini açmış tam karşısına dikmiş bakarken. "olur" diyorum istekli ama mahzun. köşedeki teyzeden simit ve su alıyoruz. mutluyuz. lüle'nin çok sevdiği, benimse çok tat alamadığım filmin o meşhur sahnesi bugün bizim hayatlarımızdaki yerini alıyordu sonunda. bir yandan simitlerimizi yerken bir yandan vitrini izliyoruz. herşey soluk ve mat. vitrinde göz alıcı mücevherler yerine dışkı rengi trikolar ve neon renkli kaz tüyü montlar var. içimiz bulanıyor. oradan hızla uzaklaşıp en yakın kozmetik mağazasında kendimizden geçiyoruz. bütün paramız bitiyor. tam o anda hayatlarımızın çantalarını buluyoruz sokakta. son kalan paramızla o çantaları aldıktan sonra evlere yürüyerek dönerken bir yandan vicdan muhasebesi yapıyoruz. hesapta 10 lira açık çıkıyor. umursamıyoruz.

14 Şubat 2011 Pazartesi

zaman bir anlaşma, zaman bir aranjör, bense bir geçimsizlik


zamanda yapılan bir savaş ruhlarla ve insanlarla. anlamsız, bomboş ,amaçsız, sonu olmayan bir insanlıktan kaçış. dinleyin, dinlettirin.

11 Şubat 2011 Cuma

TERLİYİMÖPMİYİM

günaydın sayın izleyenler?!?! nasılsınız lan?!

biz şuan uyumuyoruz saat 5. akşamüstü 5 çayı 5 değil yalnız, sabah 6'dan önceki 5.

baktım ki emek olan insan feysbuklarda sürtüyor, bunu hisseden içim hemen kıpırdandı ve uyanıverdi.

şaka şaka bende tersine insomnia var, erkenden uyurum, sabaha karşı uykum kaçar. koyun gibi hoplamaya, çitlerden atlamaya başlarım sonra.

siz şimdi nasıl uyuyorsunuz kimbilir, yastığınıza kırk yıllık sevgilinizmiş gibi sarılmış, tek bacağınızı yorganınıza atmış, saçınız boynunuza dolanmış, içiniz dışınıza çıkmış... nolmuş lan size böyle? töbe estafurullah tuhaf bişey olmuş.

uyumayın lan kalkın! hayat çok güzel, gün kaçıyor!

ben bir yüzümü yıkayım, açılırım.

o değil de uykusuzluk, bir isyan gibi. insanı asi ve çekici kılıyor bence. yani ben şuan bir davulcu gibi hissediyorum mesela.

hem modadan anlıyorum, hem yemek yapabiliyorum, hem sanat ve hümanizmayla doluyum, dörtdörtlük bir kadınım, koca arıyorum.

 Merhaba, derler ki göte giren şemsiye açılmazmış. açılmadı. güneşli ve miskin bir pazar günü, arkadaşlarım evime bruncha gelecekler. işte bu yazı, o brunchta neler yaşandığının belgesidir. o gün erkenden kalkmış markete alışverişe giderken, eminönünde balıkekmekçilerin ordaki işportadan aldığım şapkamı takmıştım. hava soğuktu ama bu soğuk şıklığıma gölge düşüremezdi. moda konusunda en bilir kişi bendim sonuçta.
aynaya bakıp kendi kendime güzelliğimi teyit ettikten sonra markete gittim. aklımda bruncha çağırdığım arkadaşlarımın neler giymiş olabilecekleri düşüncesi dolanıyordu. eve döner dönmez beni daha zengin gösterecek bişeyler bulmalıydım. pasta tabanı-pasta kreması ve çilek aldım, eve döndüm.
olamaz! arkadaşlarım gelmişlerdi, oysa daha çilekli-pipili pastam ve röpdeşambırlı cookielerim hazır değildi! ne yapacaktım? hımbıl hımbıl kapıya yürüdüm ve mecburen onları içeri buyur ettim. neyseki hepsi götüm gibi giyinmişlerdi. hala en şık bendim. demek ki sorun yok :)
kendimi daha zengin gösterecek ekose pardesümü de evin içinde giymek bir marifetmişcesine omuzlarıma atmış, konuklarımı ağırlarken, aklıma yalnızca benim gibi vogue bi insana yakışabilecek bi fikir geldi. bir moda blogu açmalı ve kendimi güzellik,şıklık,sanat sevicilik ve bilimum alanlarda kanıtlamalı, statü kazanmalıydım. sizlere "brunch" kisvesi altında bahsettiğim etkinliğin "altın günü" olduğu gerçeğini ancak bu şekilde değiştirebilirdim. işe, konuklarıma bu düşüncemden bahsederek başladım. onlara eminönünden aldığım şapkamı anlattım. nasıl moda olacağını ve nasıl bütün kadınların kullanacağını. hepsi beğenmiş görünüyorlardı. hepsi iltifat ettiler ama içten içe kıskandılar kaltaklar.
konuklarımdan biri kocası için özel olarak yaptığı bir kek tarifini paylaşırken, sabah yediğim müsli yüzünden gaz sancısı çekmeye başlamıştım.o kocası için yaptığı keke derin yaşamsal anlamlar yüklerken ben kıvranmaya ve morarmaya başlamıştım. herkesin hep bir ağızdan konuştuğu anları yakalamaya çalışıyordum rahatça osurabilmek için. fakat kokuyu nasıl açıklayacaktım? hemen çantamdan estee lauder dan aldığım shit dé o lala yı çıkardım. misk ve amber özütlü bu koku osuruğu aratmıyordu. hepsi de bayıldı, derin derin çektiler ciğerler bayram etti.artık yeterdi. onların dikkatini şapkama çekmeliydim.
sonunda karşılarına dikildim ve beni dinleyin bitchler diye bağırdım. yakında hepiniz, açacağım moda blogunun kölesi olacaksınız, okumadan ve benim tarzımı benimsemeden insan içine çıkamayacaksınız! hepsi kahkahalarla gülmeye ve evi terk etmeye başladılar. ama durun, ben daha şapkayı nasıl kombinleyeceğinizi anlatacaktım dedimse de dinletemedim. en sonuncu çıkarken "o giydiğin şeyle odri hepbörnden çok emine s.bedere benzemişsin" dediği an yıkıldım. aynı gün solaryuma gittim ve 5 ton karardım. emine s. beder olacağıma indira ghandi olurdum daha iyi.

10 Şubat 2011 Perşembe

kederli sevdicekler





çok taktım bağımsız filme. ardı ardına izlediğim romantik komedilerin artık midemi bulandırmış olmasından "eytere bea" diyip hard kor bi hamleyle bağımsızlar diyarına girizgah yaptım. yapmaz olaydım, bunalıma girdim ve henüz çıkmadım, mal mal duruyorum, 5m karelik bi alanda hem yemek yiyip hem uyuyup hem çişimi ve kakamı yapıyorum. o değil de iyi ki başlamışım bağımsız film izlemeye. çok sevgili ve yalamak istediğim ryan gosling yüzünden. madem bu adam bu kadar yetenekli ve tapılası neden bütün filmlerini indirmiyorum dedim. hazır internetim sınırsız ve zengin bi kişiyim, neden bekliyorum...neredeyse hep bağımsız filmlerde ve çok iyi senaryolarda rol almış, bir çoğu izleyeni deriiin derin düşüncelere ve kara kara boşluklara gark ediyor. bunlardan en sevdiğim ve oyunculuklarını tartışmasız tek geçtiğim "blue valentine" dır. şimdi bu film bi aşk filmi evet. ama selülitsiz bacaklı,güzel, şapşal, günde bilmem kaç saat spor yapan, zeki ve tüm bunlara rağmen doğru erkeği bulamayan esas kız bilmukabele yakışıklı, hafif piçimsi şerefsizimsi ama bütün bunlara rağmen kocaman iyilik sever bir yüreği olan çapkın esas oğlan da yok bu filmde.(bütün bunlardan o kadar sıkıldım ki bu arada bi süre sonra insan kendini esas kız sanmaya başlıyor).
Kişisel blogumda da bahsettiğim gibi bu film enseye atılan bir şaplak, göte giren bir parmak kadar GERÇEK. çok aşık bi adam var, çok sevilen ama hayalleri bambaşka olan bi kadın var. bi şekilde hayatları birleşen bu iki farklı ideale sahip insanın ilişkilerinde yaşadıkları (eminim bi çok ilişki de aynı gerçeklerle yüzleşiyordur) o kadar naif ve samimi biçimde işleniyor ki, ryan gosling gibi bir varlığa burun kıvıran o kadına "olur mu canım öyle şey, hadi lan ordan" gibi tepkiler bile veremiyorsunuz. oyunculukların inandırıcılığı sayesinde aynı hisleri yaşıyor ve mahvoluyorsunuz. bi çok bağımsız filmde olduğu gbi burda da izleyici gözetleyen "röntgenci" pozisyonunda. bu gözetleme bir yerden sonra öyle bir evriliyor ki artık siz gözetlenen haline geliyorsunuz. film size sorular sormaya başlıyor. hatta film sizinle konuşuyor. evet götümden uydurmuyorum, hayatımda izlediğim ve kendisiyle konuşmama fırsat veren nadir filmlerden biridir blue valentine. size "bak şimdi ben sana bişey anlatıcam sen de uslu uslu dinleyeceksin" gibi bir ön koşullandırmayla değil, "hele gel iki dakka az konuşalım" gibi bir içtenlikle yaklaşıyor. film bittiğinde üstümden geçen o hayatların balyozumsu ağırlığını da bi kaç saat ağlayarak atabildim. belki atamadım. atmayayım lan daha güzel, yazmaya devam edeyim, böyle iyi.

9 Şubat 2011 Çarşamba


its my wife and its my life

ben köpek insanıyım ama köpekten korkuyorum

bişey diycem.hayvanları severim ve onlara zarar gelmesini hiç istemem de, nedir bu götünü yırtarcasına hayvanları kurtarma merakı. ooooo hadi tepkilerinizi görelim ibneler. anladık kedi köpek çok tatlı tüylü tüylü yumak sevimli bence de aynen öyle de, sizin sesinizi çıkarabildiğiniz, alternatif bi düşünce geliştirebildiğiniz, demokratik iki çift laf edebildiğiniz tek alan hayvanlar mı lan. götün yiyosa toplum ve faili meçhuller için de konuşsana az, meşrebini görelim. hele o hayvanıyla olan diyaloğunu insani değerlerin üstünde tutanlar yok mu, salyalarını sil önce bi, köpek gibi kokuyor ağzın. tecavüze uğramaktan delirmiş sokak kadınlarının yanından transit geçip  soğuktan üşüyen köpek-kedi görünce ahlanıp vahlananlar size diyorum, cins hayvan alıp besleyerek kime iyilik yapıyosun lan. kendine mi topluma mı. ülkende açlık sınırı tavan yapmış, millet yoksulluktan kırılıyor, sen hala beyaz türkçülük oynuyosun. bari şu sokak hayvanlarını kurtarma işini misyon edineyim de toplumsal anlamda da vicdanım rahat yaşayayım diyosun ya, pes. sanki senin ekmeğini de garantilemiş devletin, yarınlarına kucak dolusu ev hayvanıyla umutla bak hep e mi, amcık beyinli ev sosyetesi.öptüm.

megnifisınt yy

ağzını tekmelediğimin eylülü gtalktan başımın etini yemese muhteşem YY. ı izleyebilicem. evet izliyorum ve bence çok da taşaklı bir senaristi var dizinin. meral okay gibi bir kültür ve vitamin deposu. bir de acayip faşizan ve kafatasçı bi şekilde yazılmış "padişah anaları" diye bir kitap var elimde. ali kemal meram isimli tarihçi kitabı küfürler, erotik diyaloglar ve hayal ürünü bi takım olaylar üzerine yazmış. zaten tarihi bir belge değil roman şeklinde okunursa daha iyi anlaşılır. çok doğru şeyler söylemesinin yanısıra doğruluğu kanıtlanamayan şeyler de söylüyor adam. dizinin de tabu sayılan harem yaşamını ifşa etmesi gayet güzel olmuş. çatır çatır sikişen hükümdarlar, patır patır doğuran cariyeler, ölümüne entrikalar...padişah analarının türk kökenli olmamaları da ayrı bir gerçek.türk vatandaşlarına hiç bir şekilde sahip çıkmayan, türklüğü aşağılayan bu imparatorluğun torunu olduğunu iddia edip gurur duyanların beynine sıçayım. sizin milliyetçiliğinize koyayım.

en sevmediğim şeyler 1

direkman diye bi kelime var.

katolik kızlarının ufak bıyıkları olurmuş

tamam lan bir kenara bırakıyorum hepsini. ama sen benim duvarımı görecektin ergenlikte, suratıma tükürürdün. yerden duvara kadar, boş bir karış yer yok.

şimdi okulun ilk senesine gidiyoruz emek. senin ağır metalci botların, benim çöp bacaklarım var. bıyık sevdamızın başladığı yıl. pala pala, omuzlarımıza değen bıyıkların hayaliyle girdiğimiz her ortamda kimlik çatışmasına yol açarak dehşet saçtığımız o yıl. fon müziği elbette frank zappa'dan. işerken canı yandığı için şarkılar yazan, ne de güzel yazan büyük üstat (resim sergilerinde birbirine üstat, mir, aman efendim diyen andropozlar, kesin lan sesinizi size de gelicem allah kahretsin öfkelendim tüm keyfim kaçtı gitti bir kelime yüzünden!!!!!!!!



video da yüklemedi yarım saat, üşenmeyen girsin dinlesin.

http://www.youtube.com/watch?v=afIVLB4Ss2g

Merhabalars Ulrich

selam eylül, aç ağzını sıçıcam eylül. sana öfkeli teenager derken aslında kendimi kastetmiştim. bak sıçmak filan diyorum rahatlıyorum. bahsettiğin şu isimler; patti smith, joan jett, frank zappa...vs evet beslendiğimiz isimler ama neden posterlerini duvarına asan sivilceli götler gibi blogumuzu onlarla süsleyelim ki? onları sev, onları dinle, onları anla ama yoluna devam et evlat. onları devam ettirme yeter ki evlat. 
sonuç olarak; biz geldik, buraya gerçek hayatta yediklerimizi sıçıp gidicez. çok eğlenceli fikirlerimiz var. bazıları müstehcen.

 
Eylül: emek paylaştığın klibi
00:10da durdur
adam aynı bana benziyor
 
Emek: ahahahahahahahah
KLŞ
ay saçmalaama
 
Eylül: ahahahahahhaa
valla lan dimi
aynı ben
 

TARTIŞ!

emek: kendi kendimize etiket yapıştırmayalım
Eylül: suratımızda kocaman bıyıklar var emek zaten yaftaladık kendimizi
emek: demagoji yapma
o bi yafta değil
o bir öz eleştiri
o herhangi bir topluluğa hizmet etmiyor
Eylül: demagoji deme ulan deme içine tüküreyim demagoji lafının
emek: ama öyle
çekiyosun lafı
her boka yaftalama denmez
Eylül: çeek bi çek biçek çektir git
 
 GRUP İÇİNDE ÇATIRDAMALAR DAHA EN BAŞINDAN PATLAK VERDİ! 
Ey Emek, bunları buraya koyacağımı bilmiyordun dimi... beni buna sen mecbur ettin. şuraya çarşaf çarşaf teenager gibi resimler koymama izin vermeyerek, hevesimi şuramda bıraktın. 
MOTAA! demagoji benim en nefret ettiğim kelimedir, kullanılmasını yasaklıyorum.